Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değildir

İç içe geçmiş matruşkalar misali!

Bir dünya var burası,

Bir dünya var orası,

Bir âlem var neresi?

Sen kimsin? Ben kimim? Biz neredeyiz?

Bir düşünce âleminde seninle;

Bir duygu âleminde benimle;

Bir akıl âleminde bizimle!

Sen kimsin? Ben kimim? Biz neredeyiz?

Bir bilincin izdüşümü,

Bir enerjinin yansıması,

Bir zihnin mucizesi,

Sen kimsin? Ben kimim? Biz neredeyiz?

 

Hayat ve yaşam arasındaki yolculukta her birimiz kendi kavrayışımız ve kendi zihinsel faaliyetimiz çerçevesinde bir yaşam belirlemekteyiz. Kimimiz uzun yollardan dolanarak, acı deneyimler yaşayarak, çıkmaz yollara girerek, kafa göz yararak, yanarak ve yakarak bu yolculuğu sürdürmekteyiz. Kimimiz içindeki sese kulak verip o sesi dinleyerek ve dinlediği şeyi anlamlandırarak iz sürmeyi tercih etmektedir. Zaten yaşamak dediğimiz yolculuk, bir anlamda da kişinin bireysel tercihlerinden ibaret değil midir? Geçmiş, şimdi ve geleceği kapsayan bu yolculukta farkındalık kazanmak bizim irademiz çerçevesinde mümkündür. Daha anlamlı bir dünya yaratmak istemeliyiz. Farkındalık dediğimiz şey farkındasızlıkla kıyaslandığında aradaki fark şu şekilde ortaya çıkar: Farkına varmadığınız olaylar yalnızca duyular üzerinden yorumlanırken, farkına vardığımız olaylar evrensel ve kozmik bilgilerin referansı eşliğinde üst bilinçte yorumlanır. İşte bu iki bakış açısını veya bilinç düzeyini kıyasladığımızda birinde dayanılmaz bir acı duygusu bedenimizi sararken diğerinde buruk olsa da öğretici bir deneyimin etkisi söz konusudur. Nelson Mandela’ya sormuşlar: “Hayatta hiç kaybettiniz mi?” Şöyle cevap vermiş: “Ben hayatta hiç kaybetmedim çünkü, ben ya kazandım ya öğrendim!”

Bizler sosyal dünyanın içinde söylenenleri dinleyerek bir takım ön yargılar oluştururuz. Bu ön yargılarla birçok olayı açıklamaya çalışırız ve yine bu ön yargısal tepkilerle ortaya çıkan olaylar sonucunda acı, keder, üzüntü, tükenmişlik gibi duygulara maruz kalırız. Oysa evrensel kurguda bunların hiçbiri yoktur. Örneğin, ‘fırtına neden bu kadar kasıp kavuruyor, savuruyor her şeyi’ diye bir olgu yoktur. Çünkü rüzgârın görevlerinden biri de bitkilerin polenlerini başka yerlere taşıyarak devamlılığı ve çeşitliliği sağlamasıdır. Veya ‘neden yağmur yağdı’ demeyiz. Dolayısıyla tabiatın, doğanın kendi işleyiş kanunlarına karşı çıkmayız. Burada mesele, insanın farkında olmadan her şeyin merkezine kendini koyarak baktığı deformasyondur. Oysa insan da diğer canlılar gibi bu tabiatın, bu evrenin bir parçasıdır. Onun, nasıl yaşaması gerektiğini ona öğreten tabiattır. Doğamıza aykırı davranmadan ve doğayla uyumlu bir şekilde yaşadığımızda akışta oluruz.

Her şey olması gerektiği gibi olmalıdır. Her şey bir döngü şeklinde hareket ederek ilerler veya çözünür, yeniden oluşur ve böylece devam eder. Çeşitli ritüellerde, örneğin Mevlevilerde, Alevilerin yaptığı semahlarda semazenlerin dönme eylemi tam da evrensel döngüyü stilize eder. Nasıl ki, gezegenler hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında döner ve yine güneş sistemi de aynı zamanda hem kendi etrafında hem de galakside döner ya, işte bu göksel hareketler bir devinim ve bir dönme eylemini gösterir. Bir atomun elektronlarının çekirdek etrafında dönme hareketi de makro alemin mikro bir versiyonudur. O halde doğum, yaşam ve ölüm arasında da bir döngü olamaz mı?

Ölüm denilen kavrama dünyasal açıdan baktığımızda bir yok oluş gibi düşünme eğilimindeyiz. Sadece dünyasal boyuttan bakarak değerlendirdiğimizin farkında olmadan düşünmekteyiz. Anılarımız, bizi kendine çekerek tek boyutlu düşünme yanılgısı içine hapseder. Aynı olaya ikinci bir boyut bilgisi katarak evrensel açıdan baktığımızda ise bir dönüşüm ve “Gelişim Yasası” gerçekliğini idrak ederiz.

Kadim dönemlerde, şamanlarda toy denilen bir şölen yapılırdı. Bu şölen dünyadan göçüp giden insanlar için onları diğer boyuta uğurlamak üzere uygulanan bir ritüeldi. Bu ritüel zamanla gerçek anlamından saptı ve adeta insan, varlığını doğum ve ölüm arasına sıkıştırarak tek bir boyuttan bakma yanılgısına düşürüldü. Oysa evrende var olan hiçbir şey yok edilemez; yoktan da var edilemezdi. Gelin bir örnek üzerinden bu durumu açıklamaya ve anlamaya gayret edelim.

Sen henüz doğmamışken, vardın ama yoktun! “Vardın” diyorum çünkü, sen annenin ve babanın DNA yapısında bir hücrede bütün varlığınla oradaydın. Bir sır gibiydin! Sonra annen ve baban birlikte oldular ve sen bir kapıdan geçtin. O kapı, babanın cinsel organından sperm şeklinde onun bedeninden çıktı. Seni var edecek olan “öz” babanın bedeninden, yani sembolik olarak bir kapıdan çıktı. Annenin yumurtasından içeri girip döllemesiyle de ikinci kapıdan geçti. Ve sen, annenin rahminde dokuz ay on gün boyunca gelişip olgunlaşarak bir kapıdan daha geçmek üzere hazır hale geldiğinde doğum sancısı ile başlayan başka bir kapıdan geçmeye hazırlandın! O kapıdan da çıkacaksın. Ağrı ve sızıyla harekete geçtin ve kısa bir süre sonra sen, o kapıdan da geçmeyi başararak gözlerini başka bir dünyaya açtın. Bakıma muhtaç bir bebektin; biraz büyüdün çocuk oldun, genç oldun, büyüdün, erginleştin, yaşadın, yaşlandın ve yine başka bir kapıdan geçmek üzere olgunlaştın. O geçiş anı için hazır olduğunda bir kapıdan daha geçeceksin. İşte o kapı, bizim ölüm dediğimiz bir kapı ki, bu senin için aslında yeni bir doğum demektir!

Yirmi birinci yüzyıldaki bilim dünyası, ölüm anında beynin yaşadığı durumlar üzerinde çalışmaktadır. Bazı araştırmalara göre kalbin durmasından sonra beyin fonksiyonlarının bir süre devam ettiği iddia edilmektedir Hatta ölümden sonra insanların saçlarının, tırnaklarının bir miktar daha uzadığı gözlemlenmiştir. Ezoterik açıdan bakıldığı zaman ise ruh, bedenden ayrılarak her ikisinin de aslına rücû ettiği bir süreçten bahsedilmektedir. Dünyaya ait olan beden toprağa karışırken, evrene ait olan ruh kendi alanına çekilir. Dualite ilişkisinde ruh ve beden bu yaşamlarında bir arada deneyim elde etmişlerdir. Şöyle bir örnek durumu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir: Eskiden fotoğraf makinalarının içeresinde bir film rulosu bulunmaktaydı ve son kareyi bastığımız an, o film rulosu kendini geriye sararak artık baskıya girmek için hazır olurdu. Ve bu film rulosu karanlık bir ortamda değişik bir işlemden geçirilerek tabedilirdi. Böylece çekilen bütün kareler görünür bir fotoğrafa dönüşmüş olurdu. Ölüme yakın deneyimlerde de sıkça karşılaşılan anlatımlarda insanın yaşadığı hayatın bu geçiş anında bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmesidir. Tıpkı fotoğraf makinesinin son karesine bastığınızda film rulosunun başa sarması gibi. İşte bu geçiş sürecinde yaşantımızın bir kopyası dünyada kalırken diğer bir kopyası ise ruha kaydolmaktadır. Yani evrende var olan hiçbir şey yok olmamaktadır. Ve her şey kayıt altındadır. Ruhun tekâmülü bu yüzden çok önemlidir. Yaşamı bir öğreti olarak değerlendiren ruhlar kendi tekâmül seviyelerinde ilerleme kaydederek bir sonraki yaşamlarındaki seçimlerini buna göre belirleyeceklerdir. İnsanların genetik yapıları aynı olsa da birbirlerinden farklı olmalarının sebebi tekâmül yolculuklarındaki seviyelerinin bir göstergesidir. Bu farkındalık bilinciyle baktığımızda, bu yaşamda öğrendiklerimiz ve ödediğimiz bedellerin hiçbiri boşuna olmayacaktır.  Bütün bunlar, bir daha dünyaya geldiğimizde çizeceğimiz karmanın nasıl olacağını belirleyecektir. Dolayısıyla hiç kimse ‘başaramadım, bu hayatta istediklerimi yapamadım’ diye üzülmesin! Bu yol, uzun bir yoldur.. Seçeceği yeni hayatta, geçmiş hayatındaki deneyimlerinden faydalanarak buna göre bir seçim yapabilecek ve mutlaka istediği hayatı yaşayacaktır. Büyüklerimizin “Bir daha dünyaya gelsem şunu yapardım, bu hatayı şu şekilde yaşamak isterdim, bu hataları bir daha yapmazdım, bunu böyle ya da şöyle yapardım” dediklerini hatırlatmak isterim.

Yaşamak; izlemek, anlamak ve hissetmektir hayatı.. İz sürmektir olanlar arasında, bağlantı kurmaktır. Hiçbir şeyi ayırmamak, parçada boğulmamak, bütüne ulaşmaktır. En önemsiz gördüğünüz konu, olay, durumun bile önemini görme bilinciyle bakmaktır. Yaşamak, anlamaktır hayatı. Ve yaşamak ölmeyi hak etmektir.

Nimet Erenler Gülkökü- Pozitif Dergisi-15.05.2022

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir