İnsanın kendi var oluşunu anlaması ve bilme isteği onun evrensel kodudur. Ancak bu kod, bir zamanlar bize benzeyen tanrılar yani efendiler tarafından kendilerine bağlandı. Biz farkında olmadan onları Yaratıcı konumunda gördük. Onlara inanıp biat ettik.
İnanç sistemine oturtulan din vasıtasıyla toplumsal hayatı yöneten bu sistem bir arketip olarak hücre hafızalarımıza yerleştirildi. Tek tanrı kavramı din olgusu üzerinden oluşturulurken, aynı zamanda da bir arketipsel koda dönüştürüldü. Kutsal metinlerde tanrı ile kul arasında yapılan antlaşmalarda bu kodların şifreleri oluşturuldu. Kelime-i şahadet bu şifrenin oluşmasında önemli bir yemin olarak gerçekliğini kanıtlar nitelikte halen etkisini sürdürmektedir. Tanrının bir olduğu ve ondan başka yaratıcının olmaması, bir gerçekliğin çarpıtılmış şeklinden başka bir şey değildir. İnsanın kendi var oluşunu anlaması ve bilme isteği onun evrensel kodudur. Ancak bu evrensel kod, bize benzeyen tanrılar yani efendiler tarafından doğa ve evren yasalarından kopartılarak bize benzeyen tanrılara bağlandı.
Şu noktayı önemle ayırmamız gerekir. Yaratıcı ile Tanrı aynı anlama gelmez. Yaratıcı tüm âlemleri var edendir ve O bütün sıfatlardan münezzehtir. Oysa Tanrı insana benzeyen onun gibi yiyip içen bir varlıktır. Tanrı diye ifade ettiğimiz varlık sadece homo sapiens’e göre ileri düzeyde gelişmiş, teknolojik bilgi gücene sahip varlıklar kast edilir. Tanrı aynı zamanda efendi anlamına gelmektedir.
Bu uzun süreçte tanrılar kendi genlerinden insana vererek genetik müdahalede bulundular. İnsanlar’da kendilerini yaratanın tanrılar olduğuna inandı/inandırıldılar. Oysa bu sadece bir ara müdahaleydi.
İşte, yaratılış konusunda çok şey bildiğimizi düşünürken ya da bunu hiç sorgulamazken ne kadar yanlış bilgilerin hayatımızda yer almasına fırsat veriyoruz. Hayatımızın her alanında bu şekilde değil mi? İnandığımız şeylerin altı ne kadar dolu? Ve bu konularda ne biliyoruz ki?
Kur’an, aklı ısrarla öne sürdüğü halde; bu aklı kontrol altında tuttular (!). Sorgulamayı yasakladılar ve insan aklının bunu anlamaya yetmeyeceğini dikte ettiler. Ne acıdır bunu söyleyenlere ve buna inananlara!
Kur’an, cehenneme ilk önce hacıların ve hocaların gireceğini de hatırlatır.
İnsanın körü körüne inanarak sorgulamaması bizi bu günlere getirdi. Hiç değilse neye neden inandığımızı bilerek yol alalım.
Şimdi en çok merak edilen, ilk insan Âdem’in yaradılış öyküsünden yola çıkalım.
Âdem’in tanrılar tarafından yaratılması doğrudur, fakat eksik bir ifadedir. Çünkü bu müdahalenin öncesinde de erken dönem insanı (Homo erectus) yeryüzünde zaten yaşamaktaydı. Âdem’in otuz iki yaşında yaratıldığı meselesi kendi içinde işte bu süreci sembolize etmektedir. Âdem’in tanrısı Adem’i çok sevdi ve ona isimlerin hepsini öğretti; ona maddenin bilgisini verdi.
Tanrı, yarattığı bu neslin çoğalabilmesi için Havva’yı yarattı ve bu çoğalmayı elma ile simgeleştirdi. İşte bu durum kutsal metinlerde yememesi gereken meyveyi yedikleri için duydukları utanç nedeniyle incir yaprağını üreme organlarının üzerine kapatarak bunu işaret eden sembole dönüştü.
Aslında burada hemen şu soru akla geliyor: Tanrı bir taraftan Âdem’in soyunun çoğalmasını isterken neden yasak koydu? Öte yandan yılan sembolüyle gelen bir başka tanrı Havva’ya yemesi için yasak meyveyi neden verdi? Bu iki farklı durum gösteriyor ki, tanrılardan bazıları insanın çoğalmasını isterken bazı tanrılar da istemiyorlardı.
Dinlerin ortaya çıkışı çok eski sayılmayan, yaklaşık M.Ö. Üç binli yıllardır. Zaten tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı Nuh ile başlamış İbrahim ile devam eden yakın bir tarihtedir. Nuh ile İbrahim arasında da çok uzun bir süreç yoktur. Nuh’un yaşadığı zamanda İbrahim yetişkin biridir. Ancak tarihi incelemediğimiz için aralarında sanki çok zaman varmış algısı oluşmaktadır.
Tanrılardan biri bir gün İbrahim’in yanına gelerek onunla bir antlaşma yapmak ister. Ve İbrahim’e; “Eğer benim sözlerimi dinler ve tek tanrılı dini yayar, insanların doğaya, suya, aya, güneşe, yıldızlara tapmaları yerine bana tapmalarını sağlarsan senin soyunu gökyüzündeki yıldızlar kadar çoğaltacağım ve sana dünyanın krallığını vereceğim.” der. İbrahim “Ama benim çocuğum olmuyor ki (karısı Sara’dan kaynaklı), bu mirası kime vereceğim?” der. Tanrı, İbrahim’e bunu dert etmemesini ve bu sorunu çözebileceğinin sözünü verir. İbrahim buna inanmakta zorlanır, çünkü karısı Sara seksen yaş civarındadır.
Tanrı, İbrahim’e verdiği çocuk sözüne tutmayı geciktirince Sara; kocasının bu konuda daha fazla üzülmesini istemeyerek cariyesi Hacer ile yatmasını ve ondan çocuk sahibi olmasını ister. Bunun üzerine İbrahim, Hacer’le birlikte olur ve İsmail adını verdikleri bir çocukları olur. Aradan sekiz-on yıl geçmiştir. Ancak Hacer, çocukla birlikte edindiği bu imtiyazdan güç alarak hanımı Sara’ya karşı saygısız davranmaya, onu dinlememeye ve itaat etmemeye başlar. Sara gelişen bu duruma çok sıkılmış ve İbrahim’den cariyesi Hacer ile çocuğu İsmail’i evden kovmasını istemiştir. Bu arada Tanrı, Sara’ya verdiği sözü geciktirerek de olsa tutmuş ve onu da çocuk sahibi kılmıştır. Bu çocuğun adı da İshak’dır.
Şimdi bu noktada bir parantez açalım: Seksen yaşlarında, menopoza girmiş bir kadının çocuğunun olması gerçekten bir mucize midir yoksa bir mucize gibi mi görünen genetik bilgi midir? Eğer kutsal metinler yukarıda geçen diyalogu yazıyor ve bunları doğru olarak kabul ediyorsa, ancak günümüzde bu tür müdahaleler bir mucize sayılmıyor. Öyle anlaşılıyor ki, tanrıların o zaman gerçekleştirdikleri bu olay aynen bugün uygulanan bir tür tüp bebek yöntemidir.
Kovulan Hacer ve oğlu İsmail çölde çok zor günler geçirmişlerdir. İlerleyen süreçte İsmail soyu kendilerine yeni bir tanrı seçerek Müslüman olmuşlardır.
İşte bugün hala orta doğuda bir türlü bitmeyen kavganın temelinde bu olay yatmaktadır. Mesele dünyanın krallığıdır. Bu krallığın Hacer’in çocuklarına mı, yoksa Sara’nın çocuklarına mı kalması meselesidir.
Giderek bu tek tanrılı din bir tür yönetim merkezi olarak, gücü elinde tutabilen bir kurum haline gelmiş ve insanın kendini bilme tekâmülünü durdurmayı başarmıştır. Dünyaya bağlanan insanı orada tutabilmek için gerçek bilginin üzeri de örtülmüştür. Ortada bir kısım bilgi öylece duruyor olsa da; verilen vaazlarda sadece merakları giderecek ölçüde yanlış ve çarpıtılmış bilgiler doğrultusunda, bilgisizce yapılan açıklamalarla insanların merak duyguları tatmin edilmiş, gerçeklerden uzaklaştırılmış ve bu anlamda da ciddi bir başarı sağlanmıştır.
Böylece biat, itaat ve riayet şartında kula kulluk otoritesi inanç adı altında gerçekleşmiştir!
Dinin beslendiği en önemli kaynak korkudur. Din, korku temeline oturtulurken cennet ve cehennem olguları ile desteklenmektedir. Ve bu olgular insanın varlığını sürdürme içgüdüsü üzerinden işletilmektedir. Aidiyet duygusu sürüye ait bir içgüdüdür ve her sürünün bir alfası olmak zorundadır.
Dinin bu kadar etkili olmasının bir diğer nedeni de insanın yaratıcıyı anlama çabasıdır. Bu noktada ancak ve ancak yaratıcı ile kendini “yaratıcı” konumunda gösteren arasındaki farkı ayırt etmemiz önemlidir. Bu önemli farkındalık hali bize gideceğimiz yolda rehberlik edecektir.
Eğer herhangi bir öğreti ortaya koyduğu değerleri işletmiyorsa, hangi nedenle olursa olsun bu öğretide bir terslik ya da bir yanlışlık var demektir. Örneğin dünya fanidir deyip dünya malının peşinden gidiliyorsa; riya kötüdür deyip riya yapılıyorsa; haram yasaktır denip harama el uzatılıyorsa; yaratıcı tektir deyip ayrı-gayrı, sen-ben oluyorsa; egonun peşinden giderken her türlü etik ve insanî değerler en arkaya atılarak yok sayılıyorsa, hangi inançtan söz edilmektedir. Bu olsa olsa inançsızlığın ta kendisidir!
Her benlik hesap günü geldiğinde, Yaratıcı’nın huzuruna defterlerine yazdıklarıyla gidecektir. Ama o defterlerin bir kopyası da dünyada kalacaktır. Ve işte bu dünyada kalan defterlerin hesabını da, bizim dediğimiz evlatlarımız ödemek zorunda olacaktır.
Son söz olarak önyargılar, eksik veya yozlaşmış bilgiler karanlığı, karanlıkla karartmaktan başka bir şey olmayacaktır. Bu konuda daha geniş bilgileri altta dipnot olarak verdiğim kitaplarımda okuyabilirsiniz.
Nimet Erenler Gülkökü
*Kaynak: İnsanlığın Apocrypha’sı -Nimet Erenler Gülkökü- CBN Yayınları 2012
*Kaynak: Kur’an-ı Kerimin Apocrypha’sı – Nimet Erenler Gülkökü -CBN yayınları 2010
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.
Any cookies that may not be particularly necessary for the website to function and is used specifically to collect user personal data via analytics, ads, other embedded contents are termed as non-necessary cookies. It is mandatory to procure user consent prior to running these cookies on your website.