İndigo Dergisi | 1 Ocak 2013
O halde insan için yeryüzünde bu süreç nasıl gelişti?
Gezegenimizde insanın varlığı çok da eskiye dayanmamaktadır. Yeryüzündeki “insanımsı tür”, dört buçuk milyon yıl önceye dayandırılır. Pekiyi insanın yeryüzünde henüz olmadığı bir dönemde hangi canlılar yaşamaktaydı? İnsanımsı türün yaşamaya başladığı süreçten biraz daha gerilere, altmış beş milyon yıl önceye gittiğimizde, dinozor neslinin son dönemlerini görmekteyiz.
Gezegenimiz yalnızca dinozorlara değil, on binlerce türe ev sahipliği yaparken, insan türü de bunların arasında yerini almıştır. Nasıl ki bir dönemler yaşamış canlılardan geriye kalan fosillere bakılarak bu canlıların ne kadar zaman ve hangi dönemlerde yaşadıklarına tanık oluyorsak, belki de bir gün İnsan denilen tür ortadan kalktığında, sadece geride bıraktıkları kalıntılara bakılarak yaşadıkları dönemler anlaşılabilecektir.
İnsan denilen canlı elbette ki bir anda olmadı!
Yaklaşık üç milyon yıl önce atalarımız kendi varlıklarını, sudaki yansımasında fark ettiklerinde zaten varlardı. Tıpkı, bebekliğimizi bilmesek de çocukluk döneminde varlığımızı bilmek gibi.
O nedenle insan birdenbire yok olmayacak; ancak yavaş yavaş farklı bir bilinçle, farklı bir forma taşınarak sıçrama yapabilecektir. Zaten evrim yasaları da bizlere bu mesajları vermektedir.
Şimdi tarihsel yolculuğumuzda zamanda geriye; Hominid, Homo erectus, Homo habilis dönemlerine, ilkel atalarımızın çağlarına doğru gidelim.
Klanlar şeklinde yaşayan ilkel atalarımız; acımasız doğa karşısında varlığını sürdürme mücadelesi verirken aynı zamanda bir canlı olarak varlığını anlamak ve bunun doğa ile ilişkisini keşfetmeye çalıştığı uzun bir süreç yaşamıştır. Mağaralar, oyuk ağaç kovukları kuytu yerler ilk barınakları olmuştur. Onlar yaşam karşısında henüz ne yiyip içeceğini, ne giyeceğini, nasıl ısınacağını, nasıl yıkanacağını, hastalıklardan nasıl korunacağını, kısaca bizim bugünkü yaşam kalitemize dair hiçbir şeyi bilmiyor ve yaşayamıyorlardı.
Gelin, onları ve koşullarını anlamak için yalnızca bir an zihnimizde buzul çağına ve bir mağaraya doğru gidelim! Onların vahşi doğa karşısındaki çaresizlik ve bilgisizlikleri içinde aralarında bir gün geçirelim! Şimdi lütfen okumayı bir anlığına bırakın ve zihninizde günlük hayatınızda sahip olduğunuz imkânları ve rutinlerinizi bir yanınıza alın ve bu bağlantıyı bırakmadan onların arasında, onların koşullarında bir gün geçirin…
İşte bugün yaşadığımız bu konforun bedellerini ilkel atalarımız bizim için ödemiştir. Biz ise ilkel atalarımızı anarken tepeden bakarak, küçümseyerek bahsetmekteyiz. Onların ilk buluşları, kavrayışları, zekâları, sezgileri, yaşamları, deneyimleri, oluşturdukları kodları genetik miras olarak taşımakta olduğumuzu unutmaktayız.
Onlar yaşamlarını var olma, savunma ve üreme içgüdülerini yalnızca ihtiyaç duydukları anda devreye koyarak yaşadılar. Yani yaşamak için yediler, ölüm riskleri olunca saldırdılar/savundular ve yalnızca türlerinin devamı için ürediler. Pekiyi ya biz?
Bu süreçleri uzun binyılları gerektirirken; giderek kavrayışları ve buluşları gelişmeye, doğa karşısında nihayet güçlenmeye başladılar. Kadın atalarımızın tohumu keşfetti. Bu keşif yaşamlarında büyük bir sıçramaya neden olarak yerleşik düzen kurmalarını sağladı. Erkeklerin avlanması yerini giderek tarıma bıraktı.
Bu gelişmeler eşliğinde ilkel atalarımız artık mağaradan çıkmış, ateşi keşfetmiş, alet yapmayı öğrenmiş, demiri işlemiş, taşı oymuş ve yerleşik düzene geçmişlerdi. Yeryüzünde çoğalmaya başlayan insanın, doğa karşısındaki yaşamsal riskleri giderek azalmıştı. Karnı doyan insan, sosyal içerikli konulara yönelmeye ve onları sorgulamaya başladı. Sosyal insan, adeta geçmişte atalarının ödediği bedellerin karşılığını almak istercesine artık yaşamak için yemiyor, yemek için yaşıyordu. “Varlığını savunma içgüdüsü” naif de olsa sürekli devredeydi. Ona göre “Herkes eşit olsa da kendisi daha çok eşitti”. Üreme içgüdüsü yerini, cinsellik /sekse bırakırken oradan da “haz” merkezine dönüşmüştür.
Doğa ve evren hep bir devinim halinde ve asla kendini tekrar etmez. Örneğin, akan bir suya baktığınız da o gördüğünüz su aynı su değildir artık. İşte doğanın bir parçası olan sosyal insan da kendi sürecinde, kendini tekrar etmeden değişerek gelişmekteydi.
Yerleşik düzene geçen insan; kendilerine siteler, devletler, yasalar ve yönetimlerle yeni bir düzen oluşturdular. Artık “İlkel insan”ın dönemi tamamen bitmiş ve yerini “Sosyal insan” almıştı.
Sosyal insan ise; “mülkiyet, sahiplenme ve cinsellik/ seks” üzerinden “Ben”ci bir gelişim gösterdi yani “Egosal”.
Üçüncü aşamamız evrensel insan olmaktır.
Toplumdaki gelişmeler hiçbir zaman birdenbire olmadığına göre, uzun süreçler neticesinde ortaya çıkmış ve belirgin özelliklere bürünmüştür. Bunlar toplumun yaşadığı kültürü karakterize eden gelenek ve göreneklerle şekillenerek binlerce yıldır süregelmiştir.
İşte, sosyal insan bir yandan dünyasal planda gelişirken, bir yandan da daha soyut değerlerin olduğunu düşünmeye; yaşamı ve hayata gelme amacını sorgulamaya başlamıştır. Onun için yaşam; yemek, içmek, giyinmek, barınmak, kariyer sahibi olmak, evlenmek, üremek demek değildir artık. Kısaca sosyal insan “düşünmeyi düşünmeye” doğru büyük adımlar atmaya başlamıştır.
Kendini tanıma isteği, beraberinde Yaratıcı’sını kavrama yetisini de geliştirmekteydi. Toparlarsak insanoğlu; geride bıraktığımız “İlkel İnsan” döneminin yerini “Sosyal İnsan”a, şimdilerde ise “Evrensel İnsan”a bıraktığı günlerindedir. Yani “Sosyal insan” uzun zamandır bir sıçramanın eşiğinde “Evrensel insan”ın doğumuna gebeydi.
Kutsal kitaplarda bile;
“Biz insanı, gerçekten en güzel bir biçimde yarattık. Sonrada onu düşüklerin en düşüğüne/aşağıların en aşağısına çevirip attık.”*
denmiyor mu?İşte yaşanmış ve yaşanmakta olan bu evrimsel süreç; en güzel şekilde yaratılmış ruhların, aşağıların en aşağısına atılmasının öyküsüdür.
Sonuçta bu biyolojik ve ruhsal gelişimde;
“İlkel İnsan” varlığını bedeni üzerinden Tanıdı,
“Sosyal İnsan” tanıdığı bedenine hizmet ederken Ruhu fark etti,
Şimdilerde ise “Evrensel İnsan” ruhu kavradıkça Kendini Bileceği günlerindedir.
“En güzel şekilde yaratılmış ve aşağıların en aşağısına atılmış olan ruhlar”; tekâmülü seviyesinde gideceği ve gitmesi gereken yere doğru yol almaktadır.
Bu yeniçağ: Maddesel hükmün giderek etkisini yitireceği ve ruhun özgürleşerek; aydınlanmanın, farkındalığın, bilgeliğin, simyanın, kavrayışın, ölümsüzlüğün öne çıktığı çağ olacaktır.
Yeryüzündeki tüm insanlar bu geçişin içinde yer alıyor olsa da; kimileri halen uykuda, kimileri henüz yeni uyanmakta, kimileri ise bu geçişin farkındalığındadır. İşte, bu farkındalıklı olanlar, aynı zamanda bu sürecin de tanıklarıdır.
Belki de bizlere, başta 21 Aralık 2012 tarihini işaret eden Maya takvimi olmak üzere, diğer tüm kadim metinler böyle bir çağın geleceğini işaret etmekteydiler.
Bu yeni çağda İnsanlığın; ‘Evrensel İnsan’ yolculukları kutlu, yolları açık olsun..
Sosyolog - Zen Eğitmeni - Yazar
Nimet Erenler Gülkökü
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.
Any cookies that may not be particularly necessary for the website to function and is used specifically to collect user personal data via analytics, ads, other embedded contents are termed as non-necessary cookies. It is mandatory to procure user consent prior to running these cookies on your website.