Yoksa “Ölüm” Varoluşun Bir Başka Hâli midir?

Ölüm, maddenin hükmünün sona erdiği bir haldir.
Canlılığın, bize göre (!) cansızlığa geçişidir.

Bir kişi bu dünyada bir misafir olduğunu ve gerçek geliş amacının bilincini oluşturabilirse, bu süreçler onun yapması gerekenler için doğru hareket etmesine olanak sağlar. Çünkü geride bıraktıkları sadece yaşama kattıklarıdır. Kendisi için söyletebildikleri ruhsal şuuruna katabildiği gerçekliğidir.

Her nefis ölümü tadacaktır.

Ölüm bir son mudur,  yoksa sonun bir başlangıcı mıdır?

Bu sorunun cevabı nereden baktığımıza bağlıdır;

  • Duyuların penceresinden bakılırsa bir yitimdir, bir sondur.
  • Akıl yolu ile bakıldığında bir süreçtir.
  • Duygu yönüyle bakıldığında, bir vuslattır.
  • Evrensel bakılırsa bir döngüdür.

 

Ölüm, maddenin hükmünün sona erdiği bir haldir. Canlılığın, bize göre (!) cansızlığa geçişidir.

Ölüm; ruh ve bedenin ayrışması sonucu, maddenin ve ruhun ait oldukları yere dönmeleri anlamındadır. Maddesel ve süptil olan bu ayrışma bir son olmasa gerek. Şayet evren yasaları birbiriyle ilişkili devam ediyorsa ve her şey bir nedensellik prensibiyle işliyorsa; ölüm bir hâlden diğer bir hâle geçişin “oluşum halidir”.

Anladığımız şekildeki ölüm, her ne kadar bir son gibi görünse de; toprağa karışan ve ölen(!) kişiden geriye kalan beden toprakta yeniden hayat bulmaktadır. Gövdesi ile toprağa bağlı her canlı tüm elementer yapısıyla geldiği yere, toprağa dönmektedir. Ve orada yeni oluşumlar ve dönüşümlerle yaşam bulmaktadır. Öz, töz ve cevheri ne ise onu koruyarak ayrışmaktadır.

Ölüler diyarı, öte âlem, öteki dünya, ruhlar salonu, ahiret, spatyum gibi terimler ve kavramlar,  süptil enerjinin yaşam bulduğu boyutları işaret etmektedir. Yine de ölülerin ikametgâhı şurasıdır demek bizi zorlamaktadır.

Ölen bir kişi şayet bir daha bedenlenirse, aynı beden üzerinden gelmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü evrende teklik yasası işlemektedir. Teklik yasası ile benzerlik durumu karıştırılmamalıdır. O halde ölüm dediğimiz şey; sadece “o hâle” ait olan tekliğin sona ermesi anlamına gelebilir mi?

Ölüm, düşsel bir yolculukta zihnin bir salını mı olabilir mi?

Belki de bin yıllardan beri  “Aşağısı nasılsa yukarısı öyledir.” ifadesi, hep bu ilişkiyi kurmak için söylenmiştir.

Şamanlar ölümü; ruhun “uçmak”a varması ve bir vuslat olarak tanımlamışlardır.

Ölenden geriye kalanlar ise yalnızca bıraktığı anılarıdır!

Mısır hyerogliflerinde, ölünün üzerinde bir kuş tasvir edilmektedir. Bu kuş ölenin ruhunun göklere çekileceğini ve ruhun ait olduğu yere gideceğini işaret etmektedir. Bu kuşun adı “ba”dır. Ba’nın iletişim gücü ölünün anımsadıklarından gelmektedir. Yaşantısının toplamıdır ve temsil ettiği kişinin her şeyini ayrıntılarıyla bilmektedir. Bu noktada “Ba” dünyasal bilincin ruhsal bilince taşınmasını işaret etmektedir.

Ölerek bu âlemden geldiği yere göç eden ruh, yaşamakta olan yakınlarının duyu merkezleri üzerinden dayanılmaz bir kayıp ve bir yok oluş olarak algılanır. Ölenin anıları canlandıkça, ona bir daha yakın olamayacağı gerçekliği acısını körüklemektedir. Artık bu acı giderek ölene değil, kendi kaybından kaynaklanan acıya dönüşmektedir. Onsuz geçireceği günlerine yanacaktır. Bu duyuların isyanından başka bir şey değildir. Ölene bu acıyı yansıtmak büyük bir sıkıntıdır. Oysa ölen için gereken şey, onu özgür bırakmak ve uğurlamaktır. Bu olayı yaşamımızda şu örnek üzerine açıklayalım: Bazen rüyada birine sesimizi duyurmak isteriz de bir türlü o sesi çıkaramaz, dolayısıyla duyuramayız. Sesi bir türlü duyuramamak bize tarifi zor bir sıkıntı yaşatır. En sonunda kan, ter içinde uyandığımızda bunun bir rüya olduğunu anlarız. Fakat uyansak da geçirdiğimiz bu süreç bizi son derece etkilemiş ve bu etki bir süreliğine de olsa devam etmektedir.

İşte ölen bir kişi için biz ne kadar ağlayıp isyan etsek de o, bizi duyacak ancak biz onu bir türlü duyamayacağız. Çünkü tıpkı rüyada olduğu gibi boyut farkı söz konusu olmaktadır. Onun sesini duyabilmemiz;  bizim frekansımızın onun frekansı ile aynı dalga modunda olma hâlinde mümkün olabilecektir.

Baba, oğul ve kutsal ruh üçlemesinde; ruhun ata babadan, oğul üzerinden silsile yoluyla devamlılığını sembolize eder. Bu döngüde ruh ölümsüzlüğünü kanıtlarken, yeni bedenlerde yaşam bulur ve tekâmülüne devam eder. Bize göre bakıldığında ise, o artık başkalaşmıştır.

Ruh dünyaya gelmeye karar verdiği gibi ölüm zamanına da karar verebilir. Ölüm bilinci yaşam içinde ne kadar anlaşılırsa, yaşamla orantılı olarak o derecede anlam bulur.

Örneğin; bir kişi bu dünyada bir misafir olduğunu ve gerçek geliş amacının bilincini oluşturabilirse, bu süreçler onun yapması gerekenler için doğru hareket etmesine olanak sağlar. Çünkü geride bıraktıkları sadece yaşama kattıklarıdır. Kendisi için söyletebildikleri ruhsal şuuruna katabildiği gerçekliğidir.

Hayat; doğup, büyüyüp, erginleşip, olgunlaşıp (üreyip), yaşlanarak ölmekle biten sürece verilen isimdir. Yaşam ise bu sürece katabildiğimiz anlamdır.

Her birimiz bu dünyada misafir olduğumuz gerçeği ile vakti geldiğinde gidecek birer yolcuyuz. Fâni olan bu dünyada ölümsüz olan ruhtur.

Ölümsüzlüğün sırrı belki de aslolan ruhu bilmekte saklıdır.

Bir sonraki ayda yeni bir başlıkta buluşmak dileğiyle…

 

Nimet Erenler Gülkökü

Eylül 2013 – İndigo Dergisi Sayı 96